11 Ağustos 2009 Salı

...


kendime giderken içimi dağıtmış biriyim
yani bıraktıklarınızla beslenen kuş

bembeyaz karın üzerinde bembeyaz bir düş
gelinciğin rengidir öyküm

çığlığı martının baharını yutmuş

kendinden çıkışlarını ihanetiyle geciktiren derviş

bilirsinizher dervişin zikrinde bir çocuk vardır haylaz

ve her çocuğun uykusudur biraz da hüzün
ellerimi yaktım su içerken

yeryüzümde gökyüzü yaraları!
bir savaş durumunun söz diziminde

bütün korkularım

rüyalarım bütün

aşkın elifte kanayan yarası
sırtımda bir başkasının duası

inni küntüm minezzalimin

murat çelik

25 Temmuz 2009 Cumartesi


az diye çok sevdiğini vermeyen, vermek için çok olmasını bekliyorsa, daha az sevdiğinden, belki hiç sevmediğinden vermeye niyetli demektir. oysa, infak "sevdiğinden vermek"tir. az da olsa çok sevdiğinden verirsen çok infak edersin. çok olsa bile az sevdiğinden verirsen az infak edersin. "hayra erişemezsin!"
Senai Demirci

24 Temmuz 2009 Cuma

Verici olmak. Nereye kadar?-I


Geriye dönüp şöyle bir bakmış. Bakmış ve telaşlanmış. Korkudan ardına dönüp dönüp bakan biri gibi sanki. Geçip gitmekte olan hayatına bakmaktan hem korkuyor hem de kendini alıkoyamıyor.

Hayatımızın belli fasılalarında yaparız bunu. Genelde onarlı yıllarda. Fersiz kolları, taşıyamıyor düş kırıklıklarını. "Ee ne oldu şimdi?" der gibi. Varını yoğunu ortaya koyduğu insanların vefasızlığı ile yalpalamış. Yetiştirdiği iki çocuk da hayırsız çıkıp sevilmek beklediği nazarlardan vefasızlık görünce hayat, cam kırıklarıyla dolu bir kâseye dönüşmüş.

Aşırı verici bir kişiliği var. Kendini tüketecek kadar. Başkalarının ihtiyaçlarını daha fazla önemsemiş. Yoksa suçluluk hissetmiş. Hep başkalarının beklentilerini boşa çıkarmamak için yaşamış. Yakınlarına ilgi gösteren çoğunlukla o olmuş. Bir insanı severse onun için yapmayacağı şey yokmuş. Ne kadar meşgul olursa olsun başkalarına hep zaman ayırmış. Yakınlarıyla o kadar meşgulmüş ki kendine hep çok az zaman kalmış. Hatta kalmamış. Ancak çevresindekiler mutlu olunca o da mutluymuş. Başkalarının sorunlarını dinleyen hep oymuş. O hep başkalarını düşünmüş.

"Sevdiklerim için o kadar fedakârlıkta bulundum ki küçük de olsa bir karşılığını bulamamak çok acı." diye söyleniyor. "Hep başkalarını düşündüm" ile "karşılık bulamadım" tezat teşkil etmiyor mu? Yok, ona değil kendime soruyorum. Ona ağır kaçar şimdi.

Vermek. Bir tebessüm. Bazen sadece ilgi. Hatır sorup gönül alma. Bazen ciddi maddi varlığımızı sunmak bir başkasına. Bazen zamanımızı. Bazen özenimizi. Bazen... Varımızı yoğumuzu. Verebileceğimiz neyimiz varsa artık. Her zaman verecek bir şeyimiz vardır. "İhtiyacın olan şeye sahip olabilsem inan seve seve verirdim." diyebilmek kimi zamanda. Ama nasıl? Makbul bir vericilik nasıl olacak?

"Beyhude bir ömür geçirdim." diyorsa ağlaması yakındır insanın. Ağlıyor. "Bundan sonra kendim için yaşayacağım." diyor gözyaşlarını silerken. Duraksıyorum. Bir yanım bir açıdan zaten kendi için yaşadığını sezinliyor. Vericiliğimizin, fedakârlık ve feragatimizin karşılığını alamadığımızı hissedip, melul-mahzun bekleşmeye başlamışsak, bazı şeylerle yüzleşmenin de zamanı gelmiştir artık: Vericiliğimiz almak için miydi yoksa?

Bir noktaya dikik bakışlarındaki ifadeyi yakalamak isterken "Vermenin sınırını bir bilsem." deyiveriyor. Bir bilse. Bir bilsek. Başkası için yaşadığımızı zannederken aslında kendimiz için yaşamış olabileceğimizi de bir bilsek.

Aşırı vericiysek iki sorunla iç içeyiz gibi gelir bana. Biri vericiliğin sınırını aşarak kendi hayatımızı tüketmemiz diğeri de başkası için tükettiğimizi düşündüğümüz hayatımızı aslında yine kendimiz için tüketmemiz.

Kocasında alzheimer hastalığı başladığından beri adeta elini eteğini çekmiş hayattan. Varsa yoksa kocası. Kötü mü? Hayır. Kötü olan kendini hepten göz ardı etmesi: "Gittiğim arkadaş sohbetlerini bile bıraktım, bir an bile eşimi yalnız bırakmak istemiyorum." Evde yardımcı bir hanım da var. Yine de evden bir adım atmak dahi istemiyor. Ev boğuyor onu öte yandan. İnsan ilişkilerini özlüyor. Dışarıda bir yürüyüşü özlüyor. Başını kapıdan uzatacak olsa suçluluk hissi kendinden önce adımını atıyor. "Her sabah dışarı çıkıp kısa da olsa bir yürüyüş yapmalısınız." önerimi kulak ardı edeceğini biliyorum.

Yine karşımda. Tabii ki yürüyüş yapmamış. Bir ödevi daha vardı. Uzak bir ilde dünyaya yeni gelen torununu görmek için uçak yolculuğu yapacağını söylediğinde hemen üzerine atlamıştım: "Uçak daha kalkmadan hosteslerin anonsları olur ya, bazı bilgiler verirler hani, onları dikkatle dinlemenizi istiyorum."

"Uçaktayken kabin basıncı düşerse otomatik olarak açılan oksijen maskesini yanınızda çocuğunuz varsa önce kime takarsınız?"

Yüzlerce uçak yolculuğu yapmış olanlar da dâhil olmak üzere çoğu kimse bu soruya yanlış cevap verir. Özellikle de anneler. O da hiç tereddütsüz "Çocuğuma" diyor. Hani dikkatle dinleyecekti anonsu. Bilgilendirme anonsunda maskeyi önce kendinize takın denir hâlbuki.

O da hayatta maskeyi hep başkalarına takmış önce. Takmış ve kendisi boğuluyor artık. Başkasına verecek bir şeyi kalmamış. Maskeyi önce kendimize takmak zahiren bencillik gibi dursa da verici olmanın sınırı konusunda bize bir ipucu verir. Başkaları için yaşarken kendimizi ihmal etmememiz gerektiğini anlatır bize.

Verici olmak... Nereye kadar? Bakara'nın 3. ayetini tefsir ederken vericiliğin (sadakanın) makbul bir vericilik olmasının beş şartından ilk şartının "sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek" olduğunu söylemez mi Nursi?

Kendilerine maske takmayanlar bencillik ederler!


MUSTAFA ULUSOY

“Reftim bâkiyerâ bekâ bâd”




“Reftim bâkiyerâ bekâ bâd”

12 Temmuz 2009 Pazar

Istiyorum ...


Ayrilanlar kavusanlar , gelenler gidenler , konusanlar susanlar , konusmalar , sonu gelmeyen konular ...
Hic birini bilmek istemiyorum . Rabbim yalnizca Seni istiyorum. Sen´in Rizani , Merhametini , Sevgini , Yakinligini , Yarenligini istiyorum. Bu kulaklar yalnizca Senin makbul gördüklerini duysun gayrisina sagir olsun. Bu gözler sadece hosnut olacagin kadarini görsün gayrisina kör olsun . Bu yürek Sen´in icin carpmiyorsa saniyesinde dursun. Küsmek istiyorum tüm dünyaya . Alnimi secdeye caksam da öylece kalsam diyorum. Beyhude yasamaktan harap olmus gönlümün devasi Sen´ dedir , ordan oraya savrulan ruhumun ilaci Sen ´dedir... Yaradilis gayesinin hakkini veremeyen bu aciz kulunun kangren olmus bedenini görmektesin ne olur Rabbim ... Rabbim ... Rabbim ... Hadsizim , acizim , hastalikli , cahil , isyankarim biliyorum ... Yinede istiyorum ne olur Rabbim ...

Eşi, Hekimoğlu İsmail'i anlattı


Ömer Okçu'nun 50 yıllık hayat arkadaşı Sermin Okçu: Hekimoğlu İsmail'e hizmet etmekten şeref duyuyorum

Türkiye'de kitleleri derinden etkileyen üç kitaptan biri mutlaka Minyeli Abdullah'tır. Sabah gazetesinde tefrika edildiği ve Türkiye'yi ayağa kaldırdığı günden bu zamana tam 43 yıl geçti. Fakat her yeni nesil aynı heyecanla okuyor. Hâlâ binlerce satıyor. Hava Ast Subayı Ömer Okçu'nun, Ankara'da mütevazı bir evde eşinin bile haberi olmadan kaleme aldığı Minyeli Abdullah'ı Türkiye'de duymayan, bilmeyen neredeyse yok.

Minyeli Abdullah gibi çok satan onlarca kitabı olan ve Hekimoğlu İsmail müstearını (takma ad) kullanan Ömer Okçu, hiç şüphesiz toplumun düşünce yapısını derinden etkilemiş bir yazar. Okçu, şimdi 77 yaşında. Onca kitap ve şöhrete rağmen hâlâ mütevazı bir evde, mütevazı bir hayat yaşıyor. Kısa bir süre önce kolon kanseri teşhisiyle hastaneye yatırıldı ve ağır bir ameliyat geçirdi. Neyse ki sağlık durumu her geçen gün iyiye gidiyor. Taburcu olduğunu öğrenince Çengelköy'deki evine geçmiş olsun ziyaretine gittik.

Ömer Bey, geniş pencereleri bahçeye açılan mütevazı bir salonda istirahat ediyor. Yanı başındaki sehpanın üzerinde kalem ve not defteri var. Bir de yazıları. Diğer yanında hayat arkadaşı Sermin Okçu. Yazmayı, 8 yıl önce felç geçirdiğinde de bırakmamıştı, ağır bir ameliyat atlattığı şu günlerde de bırakmıyor. Yazdıkça, anlattıkça kendisini iyi hissediyor. Sermin Hanım da; "Yazmak, onu hayatta tutuyor." diyor. Zaman'daki köşesinde hastalığının kendisine hissettirdiklerini okuyucusuyla paylaşıyor.

Sermin Hanım, Hekimoğlu'nun çileli hayat hikâyesinin en yakın tanığı. 50 yıllık birlikteliklerine iki çocuk, 57 kitap ve sayısız konferans sığdıran bir çift onlar. Hep geride durmayı, eşinin yazı hayatına karışmamayı tercih etmiş. Komşuları bile onun Hekimoğlu İsmail'in eşi olduğunu bilmemiş. Ziyaretimizde Sermin Hanım'a Hekimoğlu İsmail'i ve çileli hayatlarını sorduk. Bizi kırmadı ve ilk defa anlattı. Samimi ve güçlü bir kadın. Heyecanlandığı ya da üzüldüğü zaman aksanı Erzincanlı olduğunu ele veriyor. Eşinin yanı başından hiç ayrılmıyor. Onun eşi olmaktan, ona hizmet etmekten şeref duyduğunu söylüyor.

Ömer Okçu ile nasıl tanıştınız?

Bizim zamanımızda görücü usulü vardı. 50 yıl önce. Aileler beğenmiş, biz de görüştük. Beğendik birbirimizi.

Ömer Bey nasıl birisiydi?

Genç, ince, uzun boylu, güzel bir delikanlıydı. Zaten babam, temiz bir çocuk, namaz da kılıyor diye razı olmuştu. Namaz kılması etkilemişti babamı. O zamanlar ben de bir başkaydım, Ömer Bey de.

Erzincan'a mı yerleştiniz?

Evlendikten 3 gün sonra İstanbul'a gittik. Askeriyeye yakın olduğu için (Ömer Okçu 1972'de emekli oluncaya kadar askeriyede subaydı) Ümraniye'de ev tuttuk. Ümraniye o zaman köydü. Çok yalnız kaldım orada. Ömer Bey, her sene 15–20 gün Amerika'ya atış talimlerine giderdi. Hayatı hep okuyup yazmakla geçti. Eve geldiğinde çocuklarla hal hatır eder, benimle konuşur, sonra odasına yazmaya ve okumaya geçerdi. Rahatsız etmezdik onu. Bizim çocuklarla ayrı bir dünyamız vardı, onun ayrı.

Minyeli Abdullah'ı yazdığından da haberdar değilmişsiniz. Hatta kitap çıktıktan çok sonra öğrenmişsiniz. Bu doğru mu?

Evlendiğim günden beri Ömer Bey hep okur ve yazar. Gazetelere yazıyor sanıyordum. Meğer roman yazıyormuş. Minyeli Abdullah gazetede yayınlandıktan sonra, insanlar eve beni Sevde (romandaki kahramanın adı) diye görmeye gelince öğrendim. İnsanların benden çok beklentileri olurdu. Hâlbuki benim Sevde'yle bir alakam yok. Bilakis ben kendimi pek ön plana çıkartmazdım.

Neden ön plana çıkmak istemiyordunuz?

O yıllarda her ağızdan bir şey çıkıyordu. Yıllarca oturduğumuz yerlerde komşularımızın benden haberi olmamıştır. Zaten ilk yıllarda Ömer Bey asker olduğu için kendimizi pek belli etmiyorduk. Sırf Ömer Bey namaz kılıyor diye evimizi aramaya geliyorlardı. İlk geldiklerinde çok zoruma gitti. "Acaba biz hırsız mıyız, eşim askeriyenin şu kadar bir şeyini mi getirdi? Getirenleri aramıyor da bizim evi niye arıyorlar?" diye üzülmüştüm.

Kitapları ve yazıları nerede olurdu?

Ömer Efendi nerede saklıyordunuz Minyeli'yi?
Ömer Okçu: Buzdolabının altında.
Sermin Okçu: Bak ben de bilmiyorum. Kuyuyu biliyordum ama buzdolabının altını bilmiyordum. Evin bahçesinde suyu kurumuş bir kuyu vardı. Kuyunun orta yerinde bir motor. Komşulara motor bozuldu, onu tamir ediyor derdik. Hâlbuki Minyeli'yi oraya saklıyor. İkide bir motor bozuldu diye kuyuya iniyordu.

Ömer Bey yazarken ve okurken siz ne yapıyordunuz?

Ömer Bey yazmaya başladı mı yanına ancak çok önemli bir şey soracaksam girerdim. Çocukları da alır içeride otururduk. Onu rahatsız etmezdik. Çay içmezdi. Yanına meyve ve su koyardım. Canı ne isterse kalkar kendi alırdı. Bana veya çocuklara söylemezdi (Ağlıyor). Hiç kimseye yük olmazdı. Beklentisi olan biri değildir. Her şeyi kendisi yapardı. O anlamda bir eş olarak kendisinden razıyım.


'Arada biraz da bizimle ilgilen der' miydiniz?

O zamanlar çevremdekiler derdi ki, "Eşin gidip geziyor, sen niye onunla gitmiyorsun?" Ben de, "O hizmete gidiyor, yoğunluğunun arasında bizimle ilgilenemez." derdim. Zamanı zayi olmasın diye saati saatine ayarlardı her işini. Kimi yere otobüsle, kimine uçakla gider, bekâr evlerinde, öğrenci yanında kalırdı. Çocuklar var, beni nasıl götürsün? "Eşin sizi bırakıp gidiyor." diyenlere, "Canı sağ olsun da gitsin hizmete." derdim. Hâlâ keşke canı sağ olsun, gücü yetsin de gitsin hizmete diyorum (Ağlıyor).

İki çocuğunuz var. Daha çok olmasını ister miydiniz?

Ah şimdi çok pişmanım. Bir tane daha olsaydı keşke. Oğluma da kızıma da çok yük biniyor. Çok yoruluyorlar. Bilmiyorum. Yazı böyleymiş herhalde. Olmadı. Çocuklar evlenince, yalnız kalınca çok pişman oldum, bir tane daha olsaydı diye. Ama her gün Allah'a çok şükrediyorum. Babalarının bu hastalığında evlatlarım bana yardımcı olmasa ben ne yapardım? Benden iyi bakıyorlar babalarına. Evlat vazifelerini ziyadesiyle yapıyorlar.

"Ömer Bey'e bebeğim gibi bakıyorum"

Hekimoğlu'nun hastalık döneminde yanından hiç ayrılmadınız. Hastanede hep yanındaydınız. Siz nasılsınız?

İyiyim çok şükür. 8 yıl oldu felç olalı. Ben de yaşlandım ama Allah yardım ediyor. Ama bu son rahatsızlığı bizi çok yıprattı. Şükrediyoruz yine de. Ömer Bey'e şimdi "bebeğim" diyorum. Bebek gibi bakıyorum ona.

Birbirinize nasıl hitap edersiniz?

İsmimizle çağırırız. Bazen Ömer Bey derim. O bana Sermin der, bazen de hanım...

Sinirlendiği zaman size nasıl seslenir?

Ekseri Sermin der.

Size hediye alır mıydı?

Evlilik yıldönümümüzde alırdı. Ya bir çiçek ya elbise ya da eşarp...

Her evlilikte olduğu gibi darıldığınız olur muydu?

Ne kadar darılsak da çocuklara belli etmezdik. Fazla dargınlığımız olmazdı. Hele öyle karşı karşıya gelip ağız münakaşası hiçbir zaman yapmadık. Evliliğimizin ilk yıllarında bazen not yazar masanın üzerine koyardı. O kadar. Torunlarına da bunu yapar. Bir şey söyleyeceği zaman onlar için hikâye yazar.

Ömer Bey'e çok mektup gelirmiş. Onları okur muydunuz?

Kendisi açar ve okurdu. Cevap yazar, sonra da mektupları saklamazdı. İnsanların özel hayatları olduğu için hassasiyet gösterirdi. Ben okumazdım. İstemezdi de. Hastalandıktan sonra çok insan geldi. Bize hocam şu iyiliği yaptı, şu zaman şunu yaptı diye. Yaptığını söyleyen biri değildir. Ziyaret edenlerden öğrendim yaptıklarını. Hiçbirinden haberdar değilim. Belki o zamanlar bana söyleseydi razı olmazdım. Tabii gencim, çocuklar var, ihtiyaçlar... İyi ki söylememiş. İyi ki gitmiş, iyi ki vermiş, iyi ki yapmış... Yaptığı iyilikler bize karşı geldi. Nerede sıkışsak orada yardım geldi.

Hekimoğlu'na mektup yazan birçok kadın vardı. Kıskanıyor muydunuz?

Hiç aklıma gelmezdi. O kadar güvenim vardı ki. Eşimi biliyordum. Hiçbir gün kıskanmadım. Onun başka derdi vardı kızım. Davasında bazen gözü ailesini bile görmüyordu. "Derdimi Seviyorum" diye kitabı var.

'Bir Deliyle Evlendim' kitabı hakkında ne düşünüyorsunuz?

İlk duyduğumda güldüm. Hatta bana çok takılan oldu. "Bu ismi nasıl kabul ettin?" dediler. Onlara, "Kitabı okumadan bana niye soruyorsunuz ki. Okuyun." derdim. Kitabın gayesi ve içeriği belli.

Her ailenin kendine ait kısa-uzun vadeli planları vardır. Ev alacaktır, araba, koltuk, çocukların okulu vs. Sizin böyle hedefleriniz, planlarınız var mıydı?

Hiç hedefimiz yoktu. Allah ne nasip etmişse oydu. Aldığımız maaş belliydi. Kendimize göre idare ederdik. Benim de zaten süse, eşyaya merakım yoktur. Minyeli Abdullah kitabı çıktığında Ankara'daydık. Asker aileleri beni merak etmişler, geldiler. Beni gözlerinde ne kadar büyütmüşlerse karşılarına mütevazı bir ev ve hanım çıkınca şaşırdılar.

Nasıl tepki gösterdiler?

"Biz böyle beklemiyoruz." demişlerdi. Tepkileri tuhafıma gitmişti. "Nasıl böyle konuşabilirler?" diye düşünmüştüm. Yaşantımız hâlâ öyledir. Geçen gün bir radyo Minyeli Abdullah'ı oynatacakmış. Ömer Bey, Osman'a (oğlu Osman Okçu, Timaş Yayınları Genel Yayın Yönetmeni) "Sakın telifini almayasın." dedi. Oğlum Osman, "Baba, anneme lazımmış, alayım anneme vereyim." diye takılıyor. 'Yok' dedi. Zaten ben de istemem. Bu zamandan sonra elimizden gelen iyiliği yapalım da. Ne iyilik yapabilirsek o bizim için kârdır. Ne yapayım parayı? Ömer Bey, kitaplarından, yazılarından aldığı parayı ailesi için kullanmamıştır. Hepsini Allah yolunda harcamıştır.

GÜLİZAR BAKİ
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=868393&title=esi-hekimoglu-ismaili-anlatti

7 Temmuz 2009 Salı

Secdeleri Yarınlara Bıraktınız


Secdeleri yarınlara bıraktınız
Çekingen tutuk isyanlı
Bütün yakınlarınız Rabbiniz
Sizi hep dergahına çağırdı
bitmeyen mazeretleriniz yüzünden
Siz böyle olsun istemezdiniz elestte
Bir ezan sesi ,bir damla göz yaşı
Bir kuş sesi bile anlatmaya yeterken her şeyi
kalbinizi dolduran dualar
kalbinizde tutuklu kaldı.
Siz hep geniş zamanlar umuyordunuz.
Çirkin geliyordu size dar vakitler
Çetindi size göre dünya meşguliyetinde kulluk.
Nasıl olsa yaşlanınca caminin yolunu tutardınız.
Bol vakitleriniz olacaktı ilerde Allah ,gafurdu rahimdi.
Yılların telaşlarla,gafletle bu kadar çabuk geçeceği ,
Aklınıza gelmezdi.
hastalık ,güçsüzlük ani ölümü kendinize yakıştıramazdınız.
gizli bahçenizde açan dua çiçekleriniz vardı
Gecelerde ve yalnız
Kalkmaya yine üşendiniz
Yahut artık gerçekten vakit kalmadı.
Ayaktayken uyudunuz, oturarak uyudunuz,
Gecelerdeyse hep uyudunuz.
Ta ki ölüm meleği uyandırana dek
Bir musalla taşında son namazınız gibi kılın artık
Ya da seni mezara koydukları
Yüzünü kıbleye çevirdikleri lahitte,
Artık hep kıbledesiniz şimdi ama geçmiş ola
Işık yok, hesap var amel yok, ne yazık ki
Ellerimiz boş mahcubuz.


Müzeyyen Cihangiroğlu